1 Aralık 2021 Çarşamba

İzledim: Küvetteki Gelinler (Tatbikat Sahnesi)

1915 yılında İngiltere'nin meşhur Adalet Sarayı Old Baily'de olağandışı bir dava görülmekteydi. George Joseph Smith isimli adam farklı tarihlerde evlendiği 3 kadını öldürmek ile suçlanıyordu. Dava olağandışıydı zira o günlerde literatürde yeri olmayan bir seri katil ile karşı karşıyaydı İngiltere. George Joseph Smith farklı kimliklerle toplamda 8 evlilik yapmış, eşlerinin parasını çalmıştı. Evlendiği 3 kadın ise diğerleri kadar şanslı değildi zira Smith onları bir banyo küvetinde boğmuş ve miraslarını kendi üzerine geçirmişti. 

1 Temmuz 1915 tarihindeki oturumda Jürinin karar vermesi sadece 20 dakika sürdü. Smith'in evli olduğu 3 kadın, banyo küvetlerinde benzer şekilde boğulmuş, öldükten sonra mirasları ve hayat sigortasından gelen para eşleri George Joseph Smith'e geçmişti. Smith suçlu bulundu ve 1 Ağustos 1915 tarihinde asılmak suretiyle idam edildi. Dava literatüre Küvetteki Gelin Cinayetleri olarak geçti. İşlenen farklı suçlar arası benzer eylemlerde bağlantı kurulması hukuk pratiğine emsal oldu, katil George Joseph Smith yıllar sonra isimlendirilecek "Seri Katil" tanımlamasına uygun bulundu ve İngiltere'nin ilk seri katillerinden biri olarak kabul edildi. Öldürülen kadınlar Bessie Williams, Alice Smith ve Margaret Lloyd'un isimleri ise sadece dava tutanaklarında ve bir kaç gazete haberinde yer aldı sonra da unutuldu. Smith, suç ve hukuk literatüründe kendine büyük bir yer bulurken, öldürülen kadınlar Küvetteki Gelin Cinayetlerinde birer özne olmuşlardı sadece. İsimleri yoktu.

Beth Grahami, Charlie Tomlinson ve Daniela Vlaskalic tarafından kaleme alınan Küvetteki Gelinler, 1915 yılında küvette boğularak öldürülen bu 3 kadının hikayesini, tarihin hiç şans vermediği şekilde onların gözünden ve dilinden anlatıyor. Erdal Beşikçioğlu tarafından yönetilen oyunda Naz Göktan, Hazal Türesan ve Selin Zafertepe rol alıyor. Tatbikat Sahnesinin pandemi sonrasında sahneye koyduğu oyun oldukça çarpıcı, düşündürücü ve etkileyici.

Yazının bundan sonraki kısmı spoiler içerir.

Oyun metninden başlayalım. Postdramatik yapıda yazılmış metin, her anında izleyiciyi meraklandıracak şekilde kurgulanmış. Merkezine Küvetteki Gelin Cinayetlerini alsa da, anlatısını biyografik bir şekilde değil, öldürülen kadınların gözünden ve düşüncesinden yaparak daha genel ve güncel bir soruna, günümüzde hala artarak devam eden kadına karşı şiddete yöneltiyor. Bu anlamda bir nevi 20. yüzyılın başlarında işlenen bu cinayetlerin hikayesi değil, öldürülen, şiddet gören tüm kadınların hikayesi anlatılıyor. Zaten baktığımızda oyundaki 3 gelin yani Bessie Williams, Alice Smith ve Margaret Lloyd sahnede karakter olarak değil daha çok simgesel olarak konumlandırılmış durumdalar. Oyuncular sürekli olarak rol değiştirip kah katil Smith kah başka bir karakteri canlandırabiliyorlar. Biz onları izlerken öldürülen bu 3 kadını pek fazla tanımıyoruz. Tanımamız da gerekmiyor. Zira metin bu haliyle, küvetteki gelinler aracılığıyla öldürülen tüm kadınların sesi oluyor bir nevi.

Yer yer grotesk öğelerin yer aldığı metin, izleyiciyi bir an sarsarken başka bir an güldürmeye korkmuyor. Bu inişli çıkışlı tempo izleyiciyi derinden etkilerken, sahnede görünen gerçeğin sahnenin ötesinde hemen yanı başımızda olduğunu başarıyla hissettiriyor. Bessie, Alice, Margaret ya da Ayşe, Fatma, Zeynep. Sahnede olduğu gibi hayatta da bu gerçeği yaşıyor. Umutları, düşünceleri, yaşanmamışlıklarıyla gülmek isteyen kadınlar ve onlara engel olan erkekler. Gelinler, ancak öldükten sonra, gerçek üstü bir yerde kendileri olabiliyor ve başka kadınların başına aynı şeyler gelmemesi için gür sesleriyle izleyiciye bağırıyorlar.

Yukarıda bahsettiğim gibi karakterlerin, biyografik olarak bir derinlikleri yok. Zaten metin de oyun da izleyiciye bunu vermek istemiyor. Pantolon giyemeyen, Oy Kullanamayan ve pek çok yasakla baskılanan 20. Yüzyıl kadını, aradan geçen yüzyıla, yeni bir çağa rağmen baskılanmaya, hapsedilmeye ve toplumsal cinsiyet rollerini yaşamaya mahkum ediliyor. Bu da 100 yıl önce ya da bugün kadınların katil George Joseph Smith gibileri ile yollarının kesişmesine ve benzer bir yazgıyı yaşamalarına neden oluyor.

Oyun en başından itibaren kadınların başına gelen bu vahşeti izleyicinin suratına haykırırken, simgesel bağlamda sahnedeki bu kadınların iç dünyasını, neşelerini, mutluluklarını da bizlere aktararak finalini bir tokat gibi vuruyor. Mesaj ile kör göze parmak yapılmıyor, aksine izleyiciden satır aralarını, gülünç ile trajik olanı birleştirmesi, sorgulaması, düşünmesi isteniyor.

Bu haliyle metin kadar, oyunun sahnelenmesi ve oyunculuklar da çok başarılı. Oyunun sahnelenmesinde izleyiciyi kırmızı ışık ile aydınlatılmış büyük bir ağaç ve önünde 3 küvet karşılıyor. Küvetler, tiyatroda görmeye pek alışık olmadığımız şekilde su ile dolu ve su oyun anlatısının önemli bir parçası. Sahnede oyuncular başlarını suyun altına sokarken sadece boğulurmuş gibi yapmıyor, gerçekten nefessiz kalarak boğulma gerçeğini izleyicinin yüzüne vuruyor. Hayatın kaynaklarından birisi olan su, bu 3 kadının hikayesinde bir öldürme aracı. Bu karşıtlık ürkütücü. İşte sahnede gerçek su kullanılmasının önemi de burada ortaya çıkıyor. Bu ürkütücülüğü iliklerimize kadar hissediyoruz, boğulmuş gibi yapan oyuncuları değil, gerçekten boğulan kadınları görüyoruz. Su ile dolu bir küvette hem oyunculuk anlamında hem sahneleme anlamında çalışmanın zorluğu bir gerçek ve oyun bunun altından başarıyla kalkmış durumda. 

Oyunun önemli bir bölümü de gelinlerin farklı karakterlere büründükleri bölümler. Bu noktalarda izleyici adına tam bir yabancılaşma gerçekleştirilirken, seslerini kalınlaştırarak oldukça başarılı, karikaritüze erkek taklidi yapan gelinlerin bu sahnelerinde izleyicinin gülmesi belki de oyunun tam olarak anlatmak istediği şey ile örtüşüyor. Nitekim oyunun hemen başında, farklı şekilde katledilen kadınlara atıfta bulunan, kendilerinin de boğularak öldürüldüğünü söyleyen gelinlerin kaderi izleyici açısından bilinirken, katil George Joseph Smith'in taklit edildiği sahnelerde, bu taklide gülünmesi, sadece sahnede değil hayatta yaşanan yabancılaşmayı gösteriyor ve dikkatli izleyici güzel bir dille uyarıyor: "Biz öldürülen 3 kadının hikayesini izlerken, onları öldüren adamın taklidine neden güldük?"

Yer yer dördüncü duvarı yıkan replikleriyle, yer yer kullanılan müzikleriyle, kimi zaman söylenen şarkılarıyla oyun bu baş döndürücü tempoda salondan ayrılan herkesin içine bu düşünce kıvılcımlarını başarıyla yerleştiriyor. Erdal Beşikçioğlu bu bağlamda cesur bir reji tercihi yaparak izleyiciyi güldürmekten korkmuyor. Zira sahnede gülen izleyici, yukarıda da belirttiğim gibi oyun bittikten sonra salondan ayrılırken güldüğü yerlere mahcubiyet duymaya başlıyor.

Son olarak oyunculuklara değinelim. Oyunda kullanılan dekor ve reji, oyuncuların oyunun büyük bölümünü su içinde, kimi zaman art arda, kimi zaman ise uzun süre başlarını suya sokmaları gibi sahnede oldukça yüksek enerji getiren hareketler yapmasını gerektiriyor. Oyuncular buna rağmen, küvetin içinde veya dışında enerjilerinden hiç bir şey kaybetmeyerek, kah yapışan kıyafetler, kah dağılan saçlar gibi sahnede dikkat dağıtabilecek unsurlara rağmen performanslarını çok başarılı bir şekilde gerçekleştiriyorlar.

Gelin olarak veya başkalarının yansılandığı sahnelerde komedi ve dram dozu hem oyunda hem oyunculuklarda o kadar iyi ayarlanmış ki, oyundan çıktıktan sonra saatlerce bu gel gitli tempoyu sindirmem, oyunun satır aralarını düşünmeyi beklemem gerekti. 65 dakika süren bu oyunda, hiç aralıksız, neredeyse her an her karakterin konuştuğu, sürekli devinim halinde olduğu ve dahası fiziksel olarak oyunculukları oldukça zorlayacak şartlar olmasına rağmen düşmeyen performanslar büyük bir alkışı hak ediyor.

Oyunun Artıları:

- Güçlü metin ve olağandışı hikaye anlatısı.
- Çarpıcı sahneleme.
- Dekor ve atmosfer. Küvet ile Suyun oyuna entegre edilişi.
Naz Göktan, Hazal Türesan ve Selin Zafertepe'nin performansları.

Oyunun Eksileri:

- Bazı yansılama sahnelerinde taklit öğesinin bir "tık" abartılması.
- Bazı müzik sahnelerinde, diyalogların duyulmaması.

Oyun Puanı: 9.5/10

Künye:

Yazan: Beth Graham, Charlie Tomlinson, Daniela Vlaskalic
Çeviren: Beliz Coşar
Yöneten: Erdal Beşikçioğlu
Yönetmen Yardımcısı: Fatih Sönmez
Koreografi: Evrim Akyay
Işık Tasarım: Yakup Çartık
Dekor Tasarım: Barış Dinçel
Kostüm: Tasarım Alisse Nuera
Afiş Tasarım: Hande Şiri
Fotoğraf: Murat Muratal
Oyuncular: Hazal Türesan, Selin Zafertepe, Naz Göktan

Yazıda kullanılan görseller Biletix.Com ve Tatbikat Sahnesi Sosyal Medya hesaplarından alınmıştır.

9 Mart 2021 Salı

İzledim: Sophie ve Ben

Sophie Scholl

Geçen yıl pandemi süreci başladığında Ebru (Tartıcı Borchers) harıl harıl Almanca oyunları Türkçeye çevirmekle meşguldü. Ben de baskısı olmayan oyunlara ayrı bir ilgi duyduğumdan hem kişisel arşivime katmak hem de bu oyunları okumak amacıyla bekleme sırasına ilk girenlerden biriydim. Ebru bir süre sonra çevirisini tamamladığı bir kaç oyunu yolladı. Göndereceği oyunlar içerisinde bir tanesini heyecanla bekliyordum: Sophie ve Ben. Bu heyecanımın en önemli sebebi Sophie Scholl'ün hikayesinin bende derin izler bırakması ve o günlerde aklımda onun hayatını anlatan bir oyun yazma fikri oluşu vardı. Ancak bir kaç İngilizce kaynak dışında hemen hemen tüm kaynaklar Almancaydı. Bu da bende oyunun hakkını verememek korkusu yaratıyordu ve aklımdaki projeyi sürekli erteliyordum. Şimdi ise Sophie Scholl'ün hayatını bir Alman yazarın kaleminden çok farklı bir kurgu ile anlatan bir oyunu okuma şansı edinmiştim. Hem de bu oyun sadece Sophie Scholl'ün hayatına odaklanmıyor, gerçek hayatta hiç karşılaşmamış, tanışmamış Hitler'in kişisel sekreteri Traudl Junge ile Sophie Scholl'ü bir araya getirerek 2. Dünya Savaşında yaşanan vahşete farklı bir pencereden bakma fırsatını veriyordu.

Oyunu bir çırpıda okudum ve oldukça beğendim. Oyunun yazarı Ursula Kohlert sadece 2. Dünya Savaşı esnasında Nazilere çalışan Traudl Junge ile Nazi Karşıtı  Sophie Scholl'ün hikayesini anlatmıyor, savaşın vahşeti, bu vahşetin bireyler üzerindeki yıkımı üzerine de günümüzde geçerliliğini koruyan mesajlar veriyordu. Ebru da çevirinin altından hakkıyla kalkmış dilimize çok başarılı bir eser kazandırmıştı. O günlerde oyun hakkında biraz daha konuştuk ve sonrasında kendi işlerimize yoğunlaştık. 

Traudl Junge

Aradan yaklaşık 1 yıl geçti ve oyunun Türkiye'de sahneleneceğini öğrendim. Bu hem çevirisi sahnelenecek Ebru için hem de takıntılı derecede 2. Dünya Savaşı filmlerini, oyunlarını izlemeyi seven benim için çok güzel bir haberdi. Ortadaki tek sorun pandemi gerçeği nedeniyle oyunun fiziken sahnelenmesinin pek mümkün görünmemesiydi. Bu oyun için fiziksel bir gösterim daha önce planlandı mı bilmiyorum ancak, pandemi şartları nedeniyle oyun prömiyerini 5 Mart 2021 tarihinde Goethe Enstitüsü Ankara Facebook sayfasından canlı yayınla gerçekleştirdi. 

Pandemi süreciyle birlikte hayatımıza giren tartışmalardan birisi, online tiyatro gösterimlerinin tiyatro olarak adlandırılıp adlandırılamayacağı hususu. Ben bu taşın altına girmeyeceğim, bu konuda kesin çizgilerle bir şey söylemenin de doğru olduğunu düşünmüyorum. Zorunluluktan dolayı online sahnelenmek zorunda kalan oyunlara ister tiyatro ister dijital performans diyelim tanımların pek önemli olduğunu düşünmüyorum. Bu nedenle de oyun hakkında görüşlerimi bildirirken belli bir tanımlamayla kendimi sınırlandırmak istemiyorum.

Sophie ve Ben

Yönetmenliğini Kadri Özcan'ın üstlendiği, Yapımı Tiyatro Libra'ya ait olan ve 4 sahneden oluşan oyun, Sophie ve Traudl'ın bir Nazi gençlik kampında tanışmaları ile başlıyor. Gerçek hayatta hiç bir zaman yaşanmamış bu karşılaşma, oyun dünyasında kurulacak ikili kurgunun da başlangıcını oluşturuyor. Bu kurgu ileride savaşa karşı farklı bakış açılarında olacak ve konumlanacak olan bu 2 kadının hayatları ekseninden savaşın acımasızlığını yüzümüze çarpıcı şekilde vuracak.

Önce karakterlerin çocuk denebilecek yaştaki hallerini, geleceğe dair hayallerini ve düşüncelerini görüyoruz. Bu noktada oyun süresi boyunca kimi zaman gerçek kimi zaman kurgusal olarak karakterlerin geçireceği dönüşümün tohumları atılmış oluyor. 2 masum insanın, 2 masum çocuğun hayallerinin, umutlarının ileride nasıl yıkılacağını biliyoruz. Daha ilk andan itibaren Sophie biraz daha olgun, Traudl ise biraz daha çocuksu. İlk sahnenin oyun içerisinde yarattığı en büyük tehlike karakterlerin çocuk yaştaki hallerinin verilmesi sebebiyle kimi zaman oyunculukların yapay gözükmesi. Ancak oyunun devamında özellikle karakterler 20'li yaşlarına gelince Senem Topkaya Sophie rolü ile, Öykü Dağdeviren Traudl rolü ile çok başarılı bir performans sergiliyor. Özellikle oyunun final sahnesinde oyunculuk performansları zirveye ulaşıyor ve tüyleri diken diken eden bir final ile bizleri uğurluyor.

Bundan sonra karşımıza çıkan her sahnede belirli bir zaman atlaması yaşanıyor ve karakterlerin savaş dönemi içerisinde neler yaşadığını, savaşın yıkıcı etkisinin cepheden onlarca kilometre uzakta olmalarına rağmen nasıl hissettiklerini görüyoruz. Bu zaman atlamaları savaşta Nazilerin başarıdan çöküşe gitmeleri gibi karakterlerin hayatlarında da önemli dönüm noktalarını bize sunuyor. Dansçı olmak isteyen Traudl'ın hayallerinin savaş nedeniyle nasıl yıkıldığına, Nazi karşıtı Sophie'nin sadece bildiri dağıtarak giriştiği umutsuz başkaldırının acımasız sonuçlarına şahit oluyoruz. 

Sophie ve Ben

Aynı yaşta, çok sayıda benzerlikleri olan bu 2 kadının hayatı gerçek hayatta çok zıt bir yol ayrımına maruz kalsa da oyun kurgusu içerisinde özellikle son sahnede çok başarılı bir şekilde birleşiyor. Traudl, Hitler'in sekreteri olarak Sophie ve onun gibi milyonlarcasının başına gelenlerden doğrudan sorumlu olmamasına rağmen, Hitler'i, Naziler'i hiç bir zaman sorgulamadığı, onlara koşulsuz inandığı için yaşananlardaki sorumluluğunu fark ediyor. Bu final ile birlikte oyun Sophie ve Traudl'un hikayesinden daha evrensel bir noktaya, düşünen bireyin, itaatkar birey karşısındaki konumuna odaklanmış oluyor.

"Bir gün, duvarda Sophie Scholl'un anısının bulunduğu Franz-Joseph Straße'deki bir tabeladan geçiyordum. Onunla aynı yıl doğduğumu ve Hitler'in hizmetine girdiğim yıl idam edildiğini gördüm. Ve o anda, çok genç olmamın gerçekten bir bahanesi olmadığını fark ettim. Belki bir şeyler öğrenmeye çalışabilirdim" Traudl Junge

Oyunun Artıları:

- Senem Topkaya ve Öykü Dağdeviren yetenekli 2 genç oyuncu olarak çok başarılı bir performans ortaya koyuyor. Bilhassa oyunun finalinde performansları çok başarılı.

- Oyunun dekoru her bir sahnede farklı amaca hizmet ediyor ve kolay değiştirilebilir yapısıyla 4 farklı mekanda geçen oyuna bütünlük kazandırıyor. İlk sahnede Swatzika olan bu dekor parçaları bir sonraki sahne kıyafet değiştirme kabinine sonraki sahne bavula son sahne ise savaş yıkıntılarına dönüşüyor.

- Sahne geçişlerinde kullanılan ve dekora yansıtılan gerçek savaş görüntüleri, sahneler arasındaki zaman atlamalarını başarılı bir şekilde anlatıyor.

- Güçlü Hikaye.

Oyunun Eksileri:

- Kimi zaman müzik sesi oyuncuların konuşmasının önüne geçiyor.

- İlk sahnede karakterlerin çocuk hallerinin yansıtılması kimi yerlerde "yapay" duruyor.

Oyun Puanı: ****

Künye:

Yazar: Ursula Kohlert 
Çeviri: Ebru Tartıcı Borchers
Yönetmen: Kadri Özcan
Yönetmen Yard.: Eda Ateş
Koreografi: Deniz Alp
Oyuncular: Öykü Dağdeviren - Senem Topkaya
Dekor: Selim Cinisli
Kostüm: Fatma Sarıkurt
Işık: Zekai Göksu
Projeksiyon: Ümit Sert
Yapım: Tiyatro Libra

Oyun görselleri Öykü Dağdeviren Instagram sayfasından alınmıştır.

21 Şubat 2021 Pazar

Kadıköy BOA Sahne "Kısalar" Başlıyor

Kadıköy BOA Sahne Tarafından düzenlenen ve "Sanat Her Yerde" sloganıyla ortaya çıkan kısa oyunlar seçkisi 24 Şubat 2021 tarihi itibariyle başlıyor. Seçkide yer alan oyunların gösterimi online olarak yapılacak ve izleyicilere ulaşacak. Kadıköy BOA Sahne'ye destek olmak isteyen izleyiciler ise farklı bilet türlerinden seçerek sadece oyunları izleme imkanı değil Tiyatroya da destek olma şansı bulunacak. Yerli yazarların proje kapsamında kaleme aldıkları metinler ilk kez izleyicilerle buluşmuş olacak. Daha ayrıntılı bilgiye ve oyun biletlerine https://www.kadikoyboasahne.com/ adresinden ulaşabilirsiniz.

Seçki kapsamında yer alacak oyunların tarihleri ve künyeleri ise şu şekilde:

#HEŞTEG - 24-25-26 Şubat 2021, 8 Mart 2021:


YAZAN: Ebru Nihan Celkan
YÖNETEN: Berfin Zenderlioğlu
OYNAYANLAR: Cemal Toktaş, Nergis Öztürk ASİSTAN: Orkun C. İzan
ÖZET: Bir kadın ve bir aile süpermarkette karşılaşırlar…
SÜRE: 12:49

Her Şeyin Her Şeyle Bir İlgisi Varmış Gibi Geliyor - 27-28 Şubat 2021, 1 Mart 2021:


YAZAN: Emre Yüksel 
YÖNETEN: Kayhan Berkin 
OYNAYANLAR: Erdem Kaynarca, Melis İşiten 
ASİSTAN: Dilara Melami 
ÖZET: Kişisel tarihimizin yaşadığımız yerin tarihiyle bir ilgisi olabilir mi? Bir futbol maçı ya da bir yaz tatili hayatımızı ne kadar değiştirebilir? Her şeyin her şeyle bir ilgisi varmış gibi geliyor… 
SÜRE: 14:29

LAN! - 2-3-4 Mart 2021:




YAZAN-YÖNETEN: Murat Mahmutyazıcıoğlu 
OYNAYAN: Görkem Kasal 
ASİSTAN: N. Ecem Kocatepe 
ÖZET: Ferhat tutunduğu her şeyin yok olma kabusuyla uyanır ve ertesi sabah hatırlamak istemediği bir gece geçirir… Kısa ama acılı, komik ama kahkahasız bir gece… 
SÜRE: 10:29

Sarmal - 5-6-7 Mart 2021:



YAZAN: Meltem Yılmazkaya 
YÖNETEN: Berfin Zenderlioğlu 
OYNAYANLAR: Meltem Yılmazkaya, Serkan Altıntaş 
ASİSTAN: Bengisu İspir 
ÖZET: Evlilik iki insan arasındaki sözleşme. Bazılarımız zamanla kuralları tek tek iptal ettik. Aşk yerini alışkanlığa bıraktı. Pandemi dönemiyle birlikte, evde daha çok zaman geçirmek zorunda kalan çiftin yüzleşmesini konu ediyor “Sarmal”.

Neme Lazım - 9-10-11 Mart 2021:


YAZAN: Alper Kurbaloğlu 
YÖNETEN: Murat Mahmutyazıcıoğlu 
OYNAYAN: Gökhan Gürün ASİSTAN: N. Eda Kavak 
ÖZET: Taksim’den Şişli’ye tekinsiz sokakların ve saatlerin sahibi Samir, bir gün gergin, çoşkulu, bol kavgalı bir takibe girişir… 
SÜRE: 17:14

Proje Künyesi:
Proje Tasarım: Murat Mahmutyazıcıoğlu 
Proje Danışmanı: Kayhan Berkin 
Proje Yapımcı: Gökhan Gürün 
Proje Koordinatörü: Cansu Canaslan 
Proje Sorumlusu: Kerim Urun 
Sahne & Kostüm Tasarım: Meltem Çakmak 
Kreatif Direktör: Alper Kurbaloğlu 
Ses Tasarım: Barış Hamarat 
Işık Tasarım: Osman Onur Can 
Oyun ve Prova Fotoğrafları: Aydan Çınar 
Çeviri: Senem Cevher, Necati Efe Dadak 
Proje Sanat Yönetmeni: Aytekin Atabey

Görseller ve bilgiler http://www.kadikoyboasahne.com/ adresinden alınmıştır.

8 Ocak 2021 Cuma

MELODRAM EKSENINDE NAMIK KEMAL’IN GÜLNIHAL OYUNU ÜZERINE DÜŞÜNCELER

1)   Namık Kemal ve Yazarlığının Dönemin Siyasi Arka Planına Etkisi:

1840 yılında Tekirdağ’da doğan Namık Kemal, Tanzimat döneminin en önemli yazarlarından birisi, belki de en önemli ismi olarak kabul edilmektedir. Bu kabuldeki en önemli etken Namık Kemal’in ilk edebi roman İntibahı ve sahnelenen ilk tiyatro eseri olan Vatan yahut Silistre’yi kaleme alması, eserlerinde vatanperverlik, hürriyet gibi kavramlara yer vererek dönemin siyasi gündemini etkilemesi, yapıtlarıyla haklı bilinçlendirmesi ve farkındalık yaratmasıdır.

Tanzimat dönemi, Osmanlı Tarihi içerisinde önemli bir yer tutmaktadır. Bu dönemde gerçekleşen batılılaşma hareketleri siyasetten sanata pek çok kurumu etkilemiş dolayısıyla izlerini tiyatro üzerinde de bırakmış, bu dönemde batı etkisinde pek çok oyun kaleme alınmış ve sahnelenmiştir. Bu dönemdeki yapıtları salt birer edebi eser olarak nitelendirmek doğru olmayacaktır. Nitekim, Tanzimat döneminin önemi; Osmanlı Aydınları arasında giderek artan vatan, hürriyet, medeni haklar, insan hakları, hatta siyasi eleştiri gibi konuların edebi eserlerde yer alması ve bunların halka aktarılmasıdır.

Okur yazar oranının düşük olduğu, mutlak bir monarşinin hakimiyet sürdüğü Osmanlı İmparatorluğunda hiç kuşku yok ki medeni haklar, demokrasi, hürriyet gibi kavramların bu denli sesli bir şekilde dile getirmesi hem siyasal hem de toplumsal birçok değişikliğin öncüsü olmuş hatta bu dönemde temeli atılan kimi fikirler İstiklal Savaşında ve Cumhuriyetin kurulmasında önemli rol oynamıştır.

Namık Kemal’in bu dönem içerisindeki önemi sadece ilk edebi roman veya sahnelenen ilk tiyatro oyunun yazarı olmasından ötedir. Namık Kemal, Türkiye’de insan haklarından ve parlamenter sistemden bahseden ilk kişi değildi; fakat bunlar arasında bağlantı kuran ve hürriyet ile kanuna dayalı demokrasi üzerine fikirlerini açıkça ortaya koyan ilk kişi idi. Namık Kemal’in daha çocukluk yıllarında ruhunda yer etmiş olan hak ve hürriyet duygusu, bilhassa 18.yy. Fransız İhtilali’nin ortaya koyduğu hürriyet, eşitlik, adalet gibi fikirlerle bütünleşmiş ve bir ideal derecesine varmıştır.[1]

Edebi eserlerin halk üzerindeki etkileri, dolayısıyla dönemin siyasal yapısıyla olan ilişkisine dair en önemli olaylardan birisi bu dönemde yaşanan Vatan olayıdır. 1873’de meydana gelen Vatan olayı belki de Osmanlı Siyasal tarihinde siyasi otoriteye karşı, halkın politik ve özgür düşüncelerle gerçekleştirdiği ilk toplu protesto olarak adlandırılabilir. Vatan yahut Silistre oyunu ilk kez 1 Nisan 1873’te temsil edilmiştir. Oyunda sık sık geçen “Yaşasın Vatan!” seslerine seyirciler de katılmış, Namık Kemal alkışlar arasında sahneye çıkarılmış, Halk yazarı tiyatrodan çıkarken uğurlamış, “Yaşasın Kemal, yaşasın millet!” diye bağırdıkları gibi ayrıca “Muradımız budur, Allah muradımızı versin!” sözleriyle özgürlükten yana olduklarını, Abdülaziz yerine veliaht Murad’ı istediklerini Murat sözcüğüyle anıştırmışlardır. [2] Yaşanan bu olayın ardından gerçekleşen çeşitli tutuklamalar ile birlikte Namık Kemal de sürgüne gönderilmiştir.

Vatan olayı bir tiyatro eserinin halk üzerinde gerçekleştirebileceği etkiye önemli bir gösterge teşkil eder. Özellikle bu dönemde Osmanlı Aydınları arasında dahi Tiyatro kültürünün gelişmemiş olduğu, sahnelenen oyunlarının birçoğunun batıdaki muadillerinden çok geride kaldığı ve Padişah’ın sadece hükümdar değil aynı zamanda İslam dininin halifesi olduğu da düşünülürse, bu oyunun halk üzerinde yarattığı coşku; kutsal ve mutlak kabul edilen Padişah’a karşı ses yükseltilebilmesine olanak tanıması oldukça önemlidir.

Tanzimat dönemi yazarlarının yapıtlarına baktığımız zaman başta Melodram türünün yazarlar üzerinde büyük bir etki bıraktığı görülmektedir.

2)   Melodram Türü ve Tanzimat Tiyatrosunda Melodram:

Melodram türünün doğuşunda Romantizm akımı ve 1789 Fransız Devriminin etkisi büyüktür. Melodramda bireysellik düşüncesi hakimdir. Devrim dönemi Fransa’sı susturulmuş bedeni konuşkan hale getirmenin en radikal biçemini melodramda bulmuştur. Melodram bir devrim sanatıdır gerçekten de. Devrimin kitlelere hızla ulaşması gereken dönemlerde, sözünü doğrudan söyleyen, iyisi kötüsü kolayca birbirinden ayrılan, mesajını karmaşıklaştırabilecek her tür ayrıntıyı titizlikle dışarıda bırakan melodram türü, her devrim sonrasında değişen sınıfsal dengelerin yarattığı belirsizlik ve huzursuzluk ortamını “yeni gelenleri” hızla eğiterek bertaraf etmeyi hedefler. [3]

Melodramlar kendi içinde üç tipe ayrılabilmektedir: Sonu kötü bitişiyle tragedyaya yaklaşan “yenilgi Melodramı”, iyilerin ödüllendirilip kötülerin cezalandırıldığı, iyi sonla biten “yengi Melodramı”; belli bir toplumsal sorun üstünde tartışma yaratarak, adalet duygusunu kabartmaya ya da öfke yaratmaya yönelik “başkaldırı Melodramı”. [4]

Melodram türünün en temel özellikleri şu şekildedir:

Melodramda oyun kişileri sıradandır ve karakterleri derin değildir. Bu karakterler tek bir kişilik yapısına sahiptir. İyiler iyi, kötülerse kötüdür. Bu karakterlerin neden iyi, neden kötü olduğuna dair bir arka plan hikayesi izleyiciye sunulmaz. Oyun kişileri birer kalıptırlar. Dramatik gelişim içinde hiçbir değişikliğe uğramazlar; başta neyseler sonda da öyledirler. Bütün bu kişilerin değerleri ve nitelikleri önceden saptanmıştır. İyiler oyunun sonunda da iyidirler ve hatasızdırlar; kötüler ise yine kötü. [5]

Oyunlarda karşıtlıklar çok önemlidir. Bu karşıtlıkların başında iyiyle kötünün çatışması gelir. Oyun sonunda kötüler cezalandırılır, kimi zaman ise iyiler ödüllendirilir. Bu karşıtlıklar seyircinin oyundan ahlaki bir ders almasını sağlar ve amaçlar. Oyunların sonunda iyi karakter ödüllendirilmese bile kötü karakter cezalandırıldığı ve kaybettiği için kazanan erdem olur. Yaşanan karşıtlıklar sadece iyiyle kötünün çatışmasıyla sınırlı kalmaz.

Melodram oyunlarında genellikle sade bir dil kullanır. Bu bağlamda okuma yazma bilmeyen insanların anlayabileceği niteliktedir ve bir nevi kitle sanatı olma görevi üstlenir. Türün öncüsü olarak kabul edilen Pixerecourt yaptığı işi şu sözlerle savunmuştur: “Okuma bilmeyen kimseler için yazıyorum” [6]

Abartı öğesi melodram oyunlarına hakimdir. Abartı, izleyicinin duygularını harekete geçirmek için kullanılır ve oyunculuklar, müzik kullanımı, dekor ile pekiştirilir. Bu abartı karakter yapılarında da görülür. İyi karakterler gerçekte olamayacak kadar iyi, kötü karakterlerse gerçekte olamayacak kadar kötüdür.

Melodramda iyi karakter genelde edilgendir ve bir eylemsizlik içerisindedir. Bu eylemsizlik ile izleyicinin iyi karaktere acıması, kötü karaktere duyduğu öfkenin artması amaçlanır. İyi karakter bu eylemsizliği içerisinde adeta bir bekleyiş ve çaresizlik içindedir. Bu bekleyişte acı çeker. Oyunlardaki çözüm genellikle tesadüfi olarak gerçekleşir.

Kötü karakter, kötülüğünü ve yapacaklarını sürekli vurgular. Bu şekilde izleyici üzerinde etki bırakır. Kötü karakter oyun ilerleyişi boyunca iyi karakterin peşindedir ve onu alt etmek için planlar kurar.

Melodramda kadınlar önemli bir yer tutar. Kadınlar bu tür oyunlarda karar verici ya da çözüme ulaşılmasında önemli bir yere sahiptir.

Duygular ve düşünceler sahnede açık bir şekilde dile getirilir ya da gösterilir.

Melodramda kurguyla gerçeklik ayrımı ortadan kaldırılmaya, seyircinin sahnede olanları gerçek sanması, heyecanlanması, ders çıkarması beklenir.

Melodram türü Tanzimat dönemi yazarlarınca fazlaca benimsenmiştir. Bunun başlıca sebeplerinden birisi türün içeriğinin anlatmak istediklerine uygun olması dahası okur yazar oranı düşük olan halkta karşılık bulma oranının yüksek olacak olmasıdır. Yine türün yapısı itibariyle izleyicide yaratılacak coşkun duygular ve erdemin zaferi de bu türün Tanzimat Dönemi yazarlarınca benimsenmesinde önemli pay sahibi olmuştur. Tür Yazarlarca çokça benimsenmiş olmasına rağmen, melodram bu yazarlarca bir alt tür olarak görmüş, yazarlar kendilerini melodram yazarı olarak adlandırmamış ve yazdıkları oyunları farklı isimlerle adlandırmıştır. Bu farklı isimlerle adlandırılan oyunların pek çoğunda melodram etkisi görülmektedir.

Namık Kemal romantizm ile ilgili düşüncelerini Celaleddin Harzemşah oyunundaki ön sözünde belirtmiştir. Bu yazı Türk tiyatro düşüncesinin oluşmasında ilk önemli adımdır. Namık Kemal, günün siyasal ortamının etkisi altında, coşkulu bir sanat anlayışını benimsemekte; edebiyatı, ulusallık bilincinin gelişmesinde, özgürlük savaşımında, heyecanların coşturulmasında etkin bir araç olarak değerlendirmektedir. [7] Hiç kuşku yok ki Namık Kemal’in bu yazıda dile getirdiği düşünceleri yazıyı kaleme almadan önceki eserlerinde açıkça görülmektedir. Gülnihal bu eserlerden birisidir ve Melodram türünün önemli yapıtları arasında kabul edilir.

3)   Gülnihal ve Melodram Etkileri:

Gülnihal, Namık Kemal’in ikinci tiyatro eseridir. Eserin asıl adı Raz-ı Dil (Gönüldeki Sır). Ancak bu ad sansür kurulunca Gülnihal’e çevrilmiştir. Gülnihal’in sahnelenmesi ve yayımlanması birtakım badirelerden sonra gerçekleşmiştir. [8]

Oyunda bir Sancak beyi olan Kaplan Paşa ile Muhtar Bey arasındaki çatışmayı görürüz. Kaplan Paşa halka kan kusturan bir yöneticidir ve halk onun artık gitmesini istemekte ancak kendi başlarına hiçbir şey yapamamaktadır. Muhtar Bey ise Kaplan Paşa’nın akrabası olmasına rağmen yaptıklarıyla halk tarafından çok sevilen bir isimdir. Halk Muhtar Bey’in arkasında birleşerek Kaplan Paşa’nın bu kanlı saltanatına son vermek ister. Muhtar Bey halkın ve sancağın ileri gelenlerin desteği olmasına rağmen bu görevi ancak padişahtan icazet alarak gerçekleştirir. Kaplan Paşa oyun süresince nefret ettiği Muhtar Bey’e eziyet çektirmek için onun sevdalısı İsmet Hanım’a talip olur ve onunla evlenmek ister ve ona psikolojik bir eziyet çektirir. Bu süreçte İsmet Hanım’ın, Muhtar Bey’e zarar gelmemesi için Kaplan Paşa ile rızası dışında nişanlanması ya da Muhtar Bey tarafından bu şekilde algılanması oyundaki bir başka çatışmayı oluşturur.

Namık Kemal bu oyununda açıkça bir sistem eleştirisi getirmiş, halkın çözümde önemli bir yere sahip olacağını belirtmiştir. Ancak Namık Kemal tarafından getirilen sistem eleştirisi doğrudan Padişaha yönelik değil, kötülüğü ile nam salmış bir yönetim imgesine karşıdır. Oyunda Muhtar Bey’in, Padişah’tan icazet alması bunun göstergesidir. Kaplan Bey ile yozlaşan, görevini suiistimal eden bürokratlar eleştirilmiş ve onların üstesinden halkın gelebileceği mesajı verilmiştir. 

Gülnihal oyununda pek çok melodramatik özellik görülmektedir. Öncelikle oyun, Fransız Melodramlarında olduğu gibi kadınların arasında, kamuya yasak olan bir alan olan kadının odasında başlar. Bu sahnede İsmet Hanımın arzuları ve aşkı izleyiciye doğrudan aktarılır. Gülnihal’in dadı olmadan önce aslında bir Bey kızı olduğunun izleyiciye aktarılması, Zülfikar karakterinin Kaplan Bey’e sadık biriymiş gibi gösterilip aslında Muhtar Bey’in arkasında olması gibi görüntünün aldatıcı olmasına dair melodram unsurları bulunmaktadır.

Melodram karakterlerinin iyi-kötü şeklinde keskin sınırlarla ayrılması ve çatışması Gülnihal oyununda da görülür. Kaplan Paşa oyundaki mutlak kötü kişidir. Sürekli olarak kötülüğüne vurgu yapar, İsmet Hanım, Gülnihal ve Muhtar Bey hakkında yapacağı planları yüksek sesle izleyiciye karşı dillendirir. Bu şekilde izleyici üzerinde oluşacak duygu yoğunluğu artar.

Muhtar Bey, Gülnihal ve İsmet Hanım iyi ve erdemli karakterlerdir. Bu karakterlerde hiçbir koşulda izleyicide kötü bir imge uyandıracak derinlik ya da anlam yoktur. İzleyici bu karakterlere karşı empati kurar, onlara sempati besler. İsmet Hanım’ın, Muhtar Bey’e zarar gelmemesi için Gülnihal’in planı ile Kaplan Paşa’ya karşı oyun oynamaları ve evlenme teklifini kabul etmeleri ile bu olayın gerçek yüzünü bilmeyen Muhtar Bey’de bir üzüntü yaratsa da izleyici İsmet Hanım’ın yaptığı fedakarlığı ve bu fedakarlığı neden yaptığının farkındadır. Nitekim er ya da geç Muhtar Bey de bu fedakarlığı öğrenecek ve bu ikili mutlu bir sona kavuşacaktır.

Bu karakterler yine melodramatik yapıya uygun olarak sadece iyi veya sadece kötüdür. Burada Gülnihal karakteri bir istisna oluşturabilir. Nitekim Gülnihal karakterinin geçmişine dair oyunda ayrıntılı bilgi verilmiş, hikayesi anlatılmıştır. Belki de bu sebepten ötürü, Metin And bu oyunu melodrama olarak değil Romantik Drama olarak nitelemiştir. Metin And, Melodramalar ile Romantik Dramaları çok yakın türler olarak sınıflandırmış ancak, Melodramalardı kişilerin tiplerinin önceden belirli ve sınırlı olduğunu belirtmiştir.[9]

Muhtar Bey, İsmet Hanım ve Kaplan Paşa önceden belirlenmiş kalıplara uygundur. Gülnihal karakteri bu özellikleri tam olarak taşımaz. Çünkü içinde barındırdığı iyiliği, geçmişinde yaşadığı olaylar ile bir nedensellik zeminine kavuşturur hatta geçmişinde yaşadığı olaylar yer yer bir iç çatışmaya dönüşür. O geçmişte de iyi biridir ancak yaşadığı olaylar, İsmet Hanım ile ilişkisi izleyici gözünde artık daha farklı olacaktır. İzleyici ona koruyucu ve kollayıcı birisi olarak bakacak, annesini kaybeden İsmet Hanım ile çocuğu olmayan Gülnihal arasında bir ana-evlat ilişkisi iyilik ekseninde kurulacaktır. Zaten oyunun sonunda da İsmet Hanım, Gülnihal’e yönelik “Anneciğim” demektedir.

Gülnihal erdemli ve iyi bir karakter olarak fedakârlık yapan bir başka karakterdir. Yıllar önce kocasını kaybetmiş ve hala onun sevdasını taşıyan Gülnihal, Muhtar Bey ve İsmet Hanım’ı kurtarmak için kendisine sevdalı olan Zülfikar Ağa’ya bir evlilik sözü verir. Burada Gülnihal, Zülfikar’ı kandırmamakta aksine Zülfikar’dan hiçbir gerçeği saklamayarak kendisini her koşulda kabul edecek bu karakterle istemediği bir evliliği İsmet Hanım ve Muhtar Bey’in geleceği için yapacaktır.

Melodramlarda karşıtlıklar ve çatışmaların önemli yer tutması Gülnihal’de de kendine yer bulur. Oyun, geneli itibariyle dürüstlük/fedakârlık – bencillik/zalimlik kavramları arasındaki tezat ve gerilim üzerine kuruludur. Bu kavramlardan ilkinin temsilcisi Muhtar, ikincisinin ise Kaplan Paşa’dır. Muhtar’ın dürüst olduğunu ahalinin ileri gelenleri tasdik ve ifade eder. Fedakârlığını ise Kaplan Pasa –kendi bencilliğiyle birlikte- “O herkesi düşünüyor, herkes de onu düşünüyor. Ben yalnız kendimi düşünüyorum, beni de kimse düşünmüyor.” diyerek itiraf eder. Kaplan Paşa’nın zalimliği ise kendisine dilekçe sunmaya gelenleri idam ettirmesiyle, annesini boğdurmasıyla ve halkın Muhtar’a olan hürmetini çekemeyişiyle somutlaştırılır. Muhtar da kendisini zindana attıran Kaplan Paşa’nın, şehri terk etmesi kaydıyla hayatını bağışladığını duyunca, böyle bir zalimin bağışlamasını kabul etmektense ölümü seçeceğini söyler ve zindandan çıkmaz. [10]

Oyun boyunca İsmet Hanım’ın yaşadığı bayılmalar, Kaplan Paşa’nın ve Annesinin yaptığı kötülükleri açık dille ve aşırı bir biçimde anlatmaları ile tekrarları hatta bir sahnede Muhtar Bey’in bayılması, Kaplan Bey’in sudan sebepler ile halkı idam ettirmek istemesi melodram türünde sahnede gösterilen abartı öğelere güzel bir örnek oluşturur. Oyunda görülen uzun monologlar da melodram türünde sık rastlanan bir unsurdur.

Gülnihal oyununda, Hamlet’ten esintiler de görülmektedir. Namık Kemal, Hamlet oyunundaki hayalet vakasından çok etkilenmiş olmalıdır. Bu yüzden bu vakayı değiştirerek yeniden kurgular. Onun eserinde ‘gerçek’ bir hayalete yer verilmese de İsmet’e hayaletmiş gibi gelen bir olaya yer verir. Oyunun sonlarında yer alan bu sahne, biraz zorlama gibi durmaktadır. Aslında Namık Kemal, Hamlet’teki hayalet sahnesinin tesirini eserinde de görmek istemiştir. [11] Bu aslında melodramatik özelliklere pek de uygun değildir. Nitekim Melodramda izleyici olabildiğince sahnedekini gerçek sanmalı, onu yaşamalıdır. Her ne kadar bu sahne, Hamlet’ten farklı olarak bir gerçeküstülük taşımasa da yine de oyunun akışı içerisinde bir farklılığa sahiptir.

Melodramatik yapıya uygun olarak Muhtar Bey oyunun başından itibaren Kaplan Paşa’ya karşı doğrudan bir eyleme geçmez. Ona karşı eyleme geçmesi için padişahtan fetva alır. Oyun boyunca hapsedilen ya da eylemsiz kalan Muhtar Bey edilgendir ve dramatik yapıya uygun olarak bir bekleyiş içindedir. Oyundaki çözümü Gülnihal ve Sancağın ileri gelenlerinin ortaya koydukları plan sağlar. Oyunun sonunda Sancak Bey yani kötülük kaybeder, iyilik yani Muhtar Bey kazanır. İzleyicide algılanması gereken mesaj budur. Oyunun sonuyla birlikte yukarıda bahsi geçen ayrıma göre Gülnihal’i Yengi ve Başkaldırı Melodram türlerinin bir karışımı olarak görebiliriz.

Sancak halkının Kaplan Bey’e karşı başkaldırışı, bireyin otoriteye karşı bir zaferidir. Melodramın ortaya çıkışını sağlayan ve yukarıda bahsi geçen bireysellik düşüncesinin önemli bir yansımasıdır. Gülnihal’in bir zalime karşı, başlangıçta hiç de güçlü görünmeyen Muhtar-İsmet- Gülnihal ortaklığının ve halkın desteği ile zafer kazanması, melodramda sık sık işlenen “devrim” düşüncesini “mahalli bir boyutta” yeniden üretmekte, ancak “hassas dengeler” nedeniyle padişaha sonsuz bağlılık içinde olunduğunun altı özellikle çizilmektedir. Padişahin başlangıçta burada olanlardan kesinlikle haberi olmadığı, sonra da durumu haber aldığında, Kaplan’ın kellesinin vurulmasını emrettiği, temkinli bir biçimde dile getirilmiştir.[12]

Oyun, halkı gücün kendisine verdiği yetkiyi kötüye kullanan otoriteyi sorgulama gerekirse ona karşı bir eyleme geçme konusunda mesaj içerir. Bu bağlamda yazıldığı dönem de dikkate alındığında oldukça cesur bir adımdır ve oyunun önemi buradan anlaşılabilir. Her ne kadar oyun bu “karşı çıkma” konusunda eleştirisini padişahlık makamına getiremese de Tanzimat Döneminin anlayışına uygun olarak halkı eğitme ve bilinçlendirme adına büyük bir görev üstlenmiştir. Oyunda bir aşk ekseninde işenen otorite ve birey çatışması konusu günümüzde dahi güncelliğini korumaktadır. Bu oyunda yer alan olay ve kişilerin bugün dahi var olabileceğini bilmek oyunun zamansızlığına güzel bir örnek oluşturur.

KAYNAKÇA

AND, Metin. “Türk Tiyatrosunun Evreleri”, Turhan Kitabevi, 1983

AND, Metin. “Başlangıcından 1983’e Türk Tiyatro Tarihi”, İletişim Yayınları, 2014.

ENGİN, Ertan. “Namık Kemal’in Tiyatrolarında Kavramlar”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, 7(24) Sf. 352-361

ÇALIŞLAR, Aziz. “Tiyatro Ansiklopedisi”, T.C Kültür Bakanlığı, 1995

FUAT, Mehmet. “Tiyatro Tarihi”, MSM Yayınları, 2010.

GÜÇBİLMEZ, Beliz. “Melodram, Beden ve Gülnihal”, Tiyatro Araştırmaları Dergisi, 2002 14(14)

KEMAL, Namık. “Gülnihal”, Kurgan Edebiyat, 2019.

NUTKU, Özdemir. “Dram Sanatı”, Kabalcı Yayınevi, 2001

SARIÇOBAN, Gülay. "Namık Kemal ve Hürriyet Fikri" , Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2019 23(2), 515-535

ŞENER, Sevda. “Dünden Bugüne Tiyatro Düşüncesi”, Dost Kitabevi Yayınları, 2012

ŞENGÜL, Mehmet. “Hamlet (William Shakespeare) ile Gülnihal (Namık Kemal) Adlı Tiyatro Eserleri Üzerine Karşılaştırmalı Bir İnceleme”, Türk Dünyası Sosyal Bilimler Dergisi, 2018(84) Sf. 219-241


[1] Gülay SARIÇOBAN, "Namık Kemal ve Hürriyet Fikri", Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2019 23(2), Sf. 524

[2] Metin AND, “Türk Tiyatrosunun Evreleri”, Turhan Kitabevi, 1983. Sf. 153

[3] Beliz GÜÇBİLMEZ, “Melodram, Beden ve Gülnihal”, Tiyatro Araştırmaları Dergisi, 2002 14(14)

[4] Aziz ÇALIŞLAR, “Tiyatro Ansiklopedisi”, T.C Kültür Bakanlığı, 1995. Sf. 420

[5] Özdemir NUTKU, “Dram Sanatı”, Kabalcı Yayınevi, 2001. Sf. 77

[6] Mehmet FUAT, “Tiyatro Tarihi”, MSM Yayınları, 2010. Sf. 180

[7] Sevda ŞENER, “Dünden Bugüne Tiyatro Düşüncesi”, Dost Kitabevi Yayınları, 2012. Sf. 137

[8] Namık KEMAL, “Gülnihal”, Kurgan Edebiyat, 2019. Sf. 13

[9] Metin AND, “Başlangıcından 1983’e Türk Tiyatro Tarihi”, İletişim Yayınları, 2014. Sf. 105

[10] Ertan ENGİN, “Namık Kemal’in Tiyatrolarında Kavramlar”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, 7(24) Sf. 358

[11] Mehmet ŞENGÜL, “Hamlet (William Shakespeare) ile Gülnihal (Namık Kemal) Adlı Tiyatro Eserleri Üzerine Karşılaştırmalı Bir İnceleme”, Türk Dünyası Sosyal Bilimler Dergisi, 2018(84) Sf. 230

[12] Beliz GÜÇBİLMEZ, “Melodram, Beden ve Gülnihal”, Tiyatro Araştırmaları Dergisi, 2002 14(14)

Elizabeth Dönemi, Shakespeare Tiyatrosu ve Macbeth

 Shakespeare, sadece yaşadığı dönemi değil, ölümünden yüz yıllar geçmesine rağmen günümüzü de etkilemiş bir yazardır. Pek çok kişi Shakespeare’i gelmiş geçmiş en büyük yazar olarak nitelendirmekte, eserleri üzerine halen pek çok araştırma ve akademik çalışma yapılmaktadır. Shakespeare sadece bir yazar değil bir tiyatro insanıdır. Yazdığı oyunları bağlı bulundukları toplulukla sahnelemiş ve burada hem idari hem de günümüzde yönetmen, dramaturg gibi görevlere denk gelebilecek pozisyonlarda bulunmuştur.

Shakespeare’in yaşadığı dönem İngiliz Tiyatrosu Altın Çağlarından birisini yaşamıştır. Bu döneme Elizabeth Dönemi tiyatrosu denmektedir ve Rönesans’ın etkisi İngiltere Tiyatrosunu da etkilemiştir. Bu etki oyun metinlerinden oyunculuklara, sahnelemeden, tiyatro binalarına kadar pek çok alanda olmuştur.

Bu dönemde oyunlar genellikle üstü açık, oval biçimli tiyatro sahnelerinde sahnelenirdi. Shakespeare ve ekibinin oyunlarını sahnelediği Globe tiyatrosu bu tiyatroların en önemlilerinden birisidir. Globe tiyatrosu 2 kez yanarak yok olmuş, 1990’lı yıllarda bir replikası tiyatronun orijinal yerine yapılmıştır. Globe tiyatrosu dönemin tiyatrosunun izleyici etkisi üzerine güzel bir örnektir. Öncelikle bu tiyatroda ve diğer benzer açık hava tiyatrolarında oturma yerleri ve ayakta durma alanları olmak üzere 2 farklı oyun izleme yeri bulunuyordu. Ayakta durulan alan sahnenin hemen önünde olmasına karşın bilet fiyatları en ucuz olanlarıydı. Oturma yerlerinde ise sahneden uzaklaştıkça bilet fiyatları pahalılaşıyordu. Böylece Antik Roma’ya benzer bir şekilde localaşma oluyor, zenginler uzakta ama oturarak, maddi durumu iyi olmayanlar ise yakında ama ayakta durarak oyunları izliyordu. Bu dönemde tiyatro izleyicilerinin oyunlarla olan etkileşimi de oldukça ilginçtir. Oyunların sahnelenmesi esnasında bir panayır alanıymışçasına yiyecek-içecek satılıyor, sahneye kötü bir karakter çıktığında izleyiciler tarafından yuhalanıyor hatta üzerlerine domates, portakal gibi nesneler atılıyordu. Günümüzde Globe tiyatrosu sadece mimari olarak değil, bu anlayışın bütününe sadık kalarak hizmet vermeye devam etmekte, en ucuz biletler ayakta durulan yerlerden, en pahalı biletler ise koltuklu yerlerden satılmakta, izleyiciler sahnedeki oyuncuları yuhalayıp nesne atmakta ya da onları alkışlamaktadırlar.

Elizabeth dönemi tiyatrosunun yazarlarda görülen en önemli özelliğinin başında Aristoteles’in Poetika’da belirlediği kuralları yıkmak gelmektedir. Macbeth oyununda bu kuralların yıkımına bolca rastlanır. Örneğin Macbeth ’de bir koro yoktur, olaylar üç birlik kuralına uygun işlenmez. Zaman uzun bir zamanı kapsadığı gibi yer olarak da birçok farklı mekân seçilmiştir. Trajik kahraman trajik eylemi gerçekleştirirken bilinçsiz değildir, aksine farkındadır. Macbeth, tüm olay zincirini başlatacak Kral Duncan’ı öldürme konusunda hür bir iradeye sahiptir, Hırsı nedeniyle bu cinayeti gerçekleştirir ancak derin bir karakter olarak bu eylemin hem öncesinde hem sonrasında kendisiyle büyük bir iç çatışma yaşar. Oyunda Antik Yunan Tragedyalarına benzer şekilde vahşi olaylar sahnede gösterilmez, örneğin Duncan’ın ölümü, Lady Machbeth’in ölümü sahnede başka karakterlerin repliği ile verilir, ancak bu eylemler sahnede gösterilmese bile bu eylemlere dair kan ve vahşet unsurları açıkça sahnede gösterilir. Bunun en bariz örnekleri Kral Duncan’ı öldürdükten sonra Macbeth ’in kanlar içinde odadan çıkması, cinayet aleti hançeri elinde tutması ve oyun sonunda Macbeth’in kesilmiş başının sahnede gösterilmesidir. Oyunun klasik tragedya kurallarını yıktığı bir başka bölüm ise Macbeth şatosunun kapıcısınınım diyaloglarının olduğu bölümdür. Bu bölümde kapıcının söylemleri oyunun geneline aykırı bir biçimde komedya unsurları taşır ve belki de sahnede biraz sonra yaşanacak oyunun doruk noktalarından birisinin öncesinde izleyicide bir rahatlama yaratmak ister.

Shakespeare’in oyunlarında kullandığı şiirsel dil günümüzde zamanın ve çevirinin etkisiyle anlaşılmayı zorlaştırsa da o dönem yaşayan halk için anlaşılması oldukça kolay bir yapıya sahiptir. Hem dramatik olarak hem de izleyicinin anlaması bakımından özellikle Macbeth’in düşüncelerini sahnede aktarması oldukça önemlidir. Bu bağlamda oyunların okunmak için değil, sahnelenmek için yazılması gerektiğine dair Rönesans’ta ağır basan düşüncenin etkilerini Shakespeare’de de görürüz.

Shakespeare tiyatrosunda görülen bazı temel karakteristik özellikler bu oyunda da vardır. Bu özellikler kısaca:

- Shakespeare oyunlarının konusunu belirlerken tarihten, mitolojiden ya da bir söylenceden yararlanmaktadır. Ancak oyunlarını yazarken gerçeği olduğu gibi yazmaz, onu kendi belirlediği forma sokar. Macbeth hikayesi de İskoçya’da gerçek bir tarih anlatısından esinlenerek yazılmıştır. Ancak diğer oyunlarında olduğu gibi Shakespeare bir tarihi-biyografik oyun yazmamış, onu dramatize ederek bir tragedya haline getirmiştir. Gerçek tarihte Kral Duncan oyundaki gibi erdemli bir karakter olmadığı gibi Macbeth de kral olduktan sonra uzun bir süre halk tarafından oldukça sevilmiş, yaptıkları başarılı bulunmuştur.

-   Shakespeare tiyatrosunun bir başka önemli özelliği de oyunun hemen başında oyunda yaşanacak çatışmanın izleyiciye verilmesi ve karakterlerin yaşadığı felaketlerin ülke ile bağdaştırılması vardır. Macbeth oyununda henüz ilk sahnelerde, önce Macbeth’in ne kadar yiğit bir karakter olduğunu öğreniriz, sonrasında ise çatışmayı yaratacak unsur olan politik hırsını açıkça görürüz. Ayrıca Macbeth’in kral olmasıyla birlikte yaptıkları kötülük sadece bu karakterle sınırlı kalmamış, bütün ülkenin üstüne çöken bir felaket olarak tanımlanmıştır.

-     Shakespeare oyunlarında çok sayıda ve birçok farklı karaktere yer vermesi Macbeth oyununda da görülür. Oyunda repliği olan 30’dan fazla karakter bulunmaktadır. Bu karakterlerin bir çoğu soylu kişiler de olsa, katil, hekim, hizmetçi gibi farklı nitelikte pek çok karaktere yer verilmiştir.

Shakespeare’in oyundaki ana olay dışında yan olaylara yer vermesinin Macbeth’teki iz düşümü ise biraz zayıftır. Nitekim oyundaki neredeyse her sahne ana olaya ilişkindir ve çoğunlukla Macbeth’i bakış açısına almamıza sağlar. Oyunda yer alan yan olaylar genellikle ana olay nedeniyle yaşanan hikayeler ve farklı karakterlerin yaşadıkları trajedilerdir. Örneğin kralın varisi Malcom, Macduff ile konuşurken kendi kusurlarından ve iyi bir kral olamayacağından acıyla bahseder. Macduff karakteri ise ailesinin katlediliş haberini aldığında derin bir üzüntüye dalar.

Shakespeare’in diğer oyunlarında olduğu gibi Macbeth oyununda çok sayıda imge ve zıtlık de yer almaktadır. Örneğin kötü olaylar hep gece ya da karanlık vakti yaşanır. Gece ve Gündüz zıtlığı oyunda açıkça ve neredeyse her sahnede verilir. Çocuk imgesi oyunda önemli bir yer tutar. Hem Macbeth’e yaşayacağı sonu haber veren bu doğmamış çocuklardır hem de Macbeth’e cadılar tarafından söylenen ve anadan doğma birisinden korkma lafı ile açık bir Meryem Ana ve Hz. İsa imgelemi yapılmıştır.

Macbeth metninin günümüze ulaşan halinin tam olup olmadığı bilinmemektedir. Nitekim oyunda bazı boşluklar bulunmaktadır. Bu boşlukların bilinçli olup olmadığı halen tartışma konusudur. Bu boşluklardan en önemlisi kuşkusuz cadıların kehanetinde soyunun kral olacağı söylenen Banquo karakterinin oğlu Fleance karakterinin akıbetidir. Nitekim Fleance karakteri, babasının öldüğü suikasttan kurtulduktan sonra bir daha görülmez. Burada izleyicide kehanetin gerçekleşip gerçekleşmeyeceği sorusu belki de Shakespeare tarafından yaratılan bilinçli bir boşluktur. Nitekim Rönesans düşüncesine uygun olarak soru sormayı, sorgulamayı irdeler. Fleance veya onun soyundan gelecek birisinin kral olması yeni bir politika savaşı ve bolca kan anlamına geleceği için oyun aslında mutlu ve huzurlu bir sonla değil, bolca soru işaretiyle biter. Böylece yazar, izleyiciye çözümü hazır bir şekilde sunmamış, onları sorgulamaya itmiştir. Bu sorgu ile oyundaki karakterlereler değil o karakterlerin temsil ettikleri etik kavramlar sorgulanacaktır

Rönesans ile Ortaçağ Arasında Bir Sıkışmışlık: Dr. Faustus

Christopher Marlow ve Rönesans Dönemi:

1564-1593 yılları arasında yaşayan Christopher Marlow, İngiliz Rönesans Tiyatrosunun başta gelen temsilcileri arasında kabul edilmektedir. Marlow, bu yazıda değinilecek olan Dr. Faustus oyunu ile ün salmış ancak henüz 29 yaşındayken hayata veda etmiştir. Marlow’un hayatı, kaleme aldığı Dr. Faustus oyunu ile paralellikler gösterir. Kalıbına sığmayan, tabulara açıkça laf söyleyebilen bir kişidir. Marlow ile bilinen bazı bilgiler günümüzde hala gizemini korumakta aslında Shakespeare ile aynı kişi olduğu ya da kaleme aldığı oyunların bazı kısımlarını başkasıyla birlikte yazdığı gibi çeşitli iddialar bulunmaktadır.

Bütün bu efsaneler bir yana, yapıtlarıyla bıraktığı iz konusunda koşulsuz bir gerçek vardır. Shakespeare yanı sıra, Elizabeth dönemi İngiliz tiyatrosunun en önde gelen yazarı sayılan Marlowe, İngiltere’de “burjuvalaşma sürecinin varlığını ve çelişmelerini ilk sezen” yazar olmuş, bu sürecin bir yansıması olarak ortaya çıkan tragedyaya ilk somut boyutlarını kazandırmış: bireysel eylem ile tarihsel sürecin etkileşim bağını ortaya koymuştur. Rönesans insanının dünyasal iktidar gücünü bir tragedya sorunsalı olarak ele almış olan Marlowe, tragedya kahramanının bilincinde oluşan zihinsel çelişmeleri tragedyanın özüne oturtmuş, tragedya kahramanını bütün insanlığı yansıtan kahraman olarak ortaya koymuştur. [1]

Rönesans, 15. Yüzyılda İtalya’da başlamış, bilim, sanat, hukuk başta olmak üzere insanoğlunun var olduğu her konuda etkisini göstermiştir. Rönesans düşüncesi katı dini kuralların ve adeta bir “karanlığın” hüküm sürdüğü Ortaçağ döneminin ardından bilgiyi ve insan düşüncesini ön planda tutmakta dünyevi olanla ilgilenmektedir. Rönesans kısa sürede İtalya sınırları dışına çıkmış tüm Avrupa’yı etkisi altına almıştır.

Rönesans’ın etkileri hiç kuşku yok ki sanat alanında da görülmüş, sanat eserlerine olan yaklaşım ve yorumlar radikal değişiklikler geçirmiştir. Tiyatro da Rönesans ile birlikte büyük bir evrim geçirmiştir.

Rönesans Tiyatrosu ve Özellikleri:

İtalya’da görülen Rönesans Tiyatrosunun etkileri oyunlarda Antik Yunan eserlerine geri dönüş, Üç-Birlik gibi Katı kuralların uygulanmaya başlanması ve Tiyatro’da mimarinin artması şeklinde olmuştur. Rönesans draması İtalya’da 14. Yüzyılın sonlarından 16. Yüzyılın sonlarına kadarki 200 yıllık dönemde gelişmiştir. Günümüzde bu İtalyan oyunları sanatsal olarak değersiz kabul edilmekte ve nadiren okunup sahnelenmektedir. Aslında bunlara, Ortaçağ uygulamalarından ilk net kopuşu temsil ettikleri ve başta İngiltere ile Fransa olmak üzere, daha uzun ömürlü bir dramanın yazılacağı diğer ülkelerdeki oyun yazarları için model oluşturacağı için değer verilmektedir. [2]

İngiltere’de Rönesans Tiyatrosunun etkileri, Elizabeth Dönemi Tiyatrosu olarak adlandırılmaktadır. Bu dönemde İngiliz tiyatrosunun altın çağı yaşanmış, halen daha güncelliğini koruyan pek çok önemli eser bu dönemde yazılmıştır.

Rönesans dönemi tiyatrosunun etkisi sadece yazılan veya sahnelenen oyunlara ilişkin değil, oyunları izlemeye gelen halka yönelik de tespitler yapılabilmesini mümkün kılmaktadır. Tiyatro binaları veya sahneleri önceki dönemlere göre farklılık göstermekte, bir dönemler Roma Tiyatrolarında olduğu gibi aristokrat ve seçkin kesim için özel izleme yerleri olan yapıtlar, yıkılan feodal düzen ve yavaş yavaş etkisini gösteren şehirlileşme ile birlikte ortaçağın dayatmalarını sorgulayan aydın bir burjuva sınıfa ev sahipliği yapmaktadır.

Rönesans’ta güçlenen bireyin atılım gücü, yeni bir edim alanı bulmuştur sahnede. Yanılsama da olsa, gücünü sınama, tutkularını gerçekleştirme olanağı yaratılmıştır. Orta sınıfın zenginlik ve güçlülük tutkusu, oyunların ateşleyici gücünü oluşturur. Artık önemini yitirmeye başlasa da çekiciliğini koruyan geleneksel ahlak değerleri boşuna direnir bu yıkıcı tutkuya karşı. [3]

Rönesans Tiyatrosunda, Tiyatronun eğitici, öğretici yanı öne çıkmakta, insana ve hayata dair gerçekler ağır basmakta, katharsis ile izleyenlerde durulma amaçlamaktadır. Sevda Şener Rönesans Tiyatrosunun özellikleri ve odaklandığı noktaları şu şekilde aktarmaktadır:

-Tiyatro okunmak için değil, oynanmak içindir.

-Tiyatroda gerçeğe benzerlik gözetilmelidir.

-Tragedya ve Komedya Farklı özellikler taşıyan ayrı türlerdir.

-Biçimlerde Belli Kurallara Uyulmalıdır

-Tiyatronun görevi eğitmek ve Eğlendirmektir.

Rönesans’ta İngiltere’de Elizabeth Dönemi tragedyaları önemlidir. Bu dönemin ve bütün çağların en önemli tragedya yazarı da hiç kuşkusuz Shakespeare'dir. O dönemde yazılan birçok tragedya siyasal çatışmaları, savaşları, onulmaz aşkları, serüvenleri, şiddet sahnelerini, öç ve öldürü duygularını istemiştir. Vahşet, kan, ölüm bu oyunların değişmez nitelikleri oldu. Elizabeth Dönemi seyircisi de zaten bundan hoşlanıyordu. Bu dönemin tragedya açısından önemli özelliği, Shakespeare, Christopher- Marlowe, Thomas Kyd gibi büyük tragedya yazarlarının antik kuralların da dışına çıkarak kendilerini özgürce ifade etmiş olmalarıdır. Bu tutumdan da ölümsüz, her çağda anlamı olan başyapıtlar doğmuştur. [4] Bu eserlerin başında Christopher Marlowe’ın Dr. Faustus oyunu gelmektedir.

Dr. Faustus ve Rönesans Dönemi Etkileri

Dr. Faustus, Rönesans döneminde sorgulayan, daha fazla bilgiyi arayan bireyin temsilcisidir adeta. Faustus iyi bir tahsil görmüştür, akademik bir kariyer vardır. Ancak ona artık ulaşabileceği nitelikte bilgiler yetmemektedir. Mantık biliminde artık doruktadır, Hekim olarak binlerce kişiyi umutsuzluk hastalıklardan kurtarabilmiştir ancak hekimliğin de onun için bir sınırı vardır. İnsanlara ölümsüzlük bahş edememiş, onları ölümden geri döndürememiştir. Hukuk da Faustus için saçma bir bilimdir, para peşinde koşan insanlara yöneliktir. İlahiyat alanı da ona yetersiz gelmektedir. Bu yetersizlik hali, daha fazla bilgiye ulaşma isteği Faustus’u büyüye yöneltir. Daha fazla bilmek güç demektir. Faustus bu dünyanın en güçlüsü yani Tanrısı olmak istemekte, bu isteğini şu şekilde ifade etmektedir.

 

“Kuvvet ve başarabilme gücü,

Hiçbir zanaat öğrencisine vaat edilmedi.

Hareket etmeyen kutuplar arasında hareket eden her şey

Benim emrimde olacak. Krallara, imparatorlara

Yalnızca egemen oldukları topraklarda itaat ederler.

Oysa bilimde usta olan kişi, büyü alanında

İnsanın aklının erişebileceği her yere egemen olur.

Başarılı bir sihirbaz güçlü bir Tanrıdır.

Hadi Faustus, Tanrı olmak için çalıştır beynini.” (Dr. Faustus Sf. 8) 

Faustus’un bu sıra dışı istekleri ve bu istekleri elde etmek için ruhunu şeytana satmaya götürecek yol, Rönesans düşüncesindeki itaat etmeme ve sisteme karşı gelme ile paralellik taşır. Ortaçağ öğretisinin aksine Rönesans bireyi önüne konanla yetinmez, daha fazlasını ister. Bu daha fazlasını isteme hali gerekirse tabu sayılabilecek konularda bir başkaldırı yaratmaktadır. Faustus tanrı olmayı istemekle, dinlere, ortaçağ öğretilerine adeta başkaldırmaktadır. Buradaki önemli bir nokta da bilgi konusunda söyledikleridir Faustus’un. Çünkü Rönesans döneminin en önemli unsurlarından birisi bilginin önemidir. Faustus artık dünyevi bilgilerde ve bilimlerde ustalaşmış, daha fazlasını istemekte bu yüzden de büyü sanatına el atma hayalleri kurmaktadır.

Her ne kadar Rönesans tiyatrosunda Antik Yunan kurallarına bir dönüş görülse de Marlow’un Dr. Faustus oyununda bu kuralların yıkılması söz konusudur. Dr. Faustus bir tragedyadır ancak Antik Yunan Tragedyalarından farklı olarak üç birlik kuralına uyulmaz. Oyun 24 yıllık uzun bir dönemi, pek çok mekanı kapsar. Koro, Antik Yunan korolarından farklı olarak tek kişi ile temsil edilir. Hatta kimi çevirilerde Koro ile Wagner karakteri aynı kişidir. Koro, öğüt vermekten ziyade bir anlatıcı görevi üstlenir hikayede. Antik Yunan Tragedyalarının en temel özelliklerinden olan acı verici, vahşet içerici öğelerin sahnede görülmemesi ve Koro aracılığıyla izleyiciye aktarılması Dr. Faustus oyununda yoktur. Bu olaylar sahnede gösterilir ancak bu sahnelerin olduğu kısımda absürt veya bir komiklik hali mevcuttur. Belki de yazar bu sahnelerin şiddetini bu şekilde azaltmaya çalışmış belki de izleyicide bırakacağı etkileri bu şekilde arttırmak istemiştir. Yine Antik Yunan Tragedyalarında görülen kaba, argo sözlere yer verilmemesi kuralına Dr. Faustus oyununda uyulmaz. Aksine oyunda pek çok kaba konuşma mevcuttur.

Oyunun Rönesans dönemi karakteristiğine rağmen Ortaçağ döneminin de etkilerini görmek mümkündür. Özellikle Dr. Faustus’un oyun sonunda, sonsuza kadar lanetleneceğini öğrenmesi ve yaşadığı pişmanlıklar, özgürcü Rönesans bireyine yakışmayacak bir davranış olarak onu daha çok Ortaçağ bireyine yakınlaştırmakta, oyun boyunca yerden yere vurulan kilise ve din öğeleri bir anda bir kurtarıcı olarak yüceltilmektedir. Oyunda Faustus’un son sözleri bir kefaret isteği barındırmaktadır adeta:

“Tanrım, Tanrım öyle sert bakma bana!

Engerekler, yılanlar, bırakın biraz daha nefes alayım.

Açma ağzını iğrenç cehennem! Gelme Lucifer!

Yakacağım kitaplarımı.. Ah. Mephistophills!” (Dr. Faustus Sf. 70)

Yine oyunun Epilog bölümünde koro bir anda didaktik bir dile bürünür ve adeta Ortaçağ esintileri göstererek izleyiciye sert bir uyarıda bulunur. Bu uyarı Rönesans insanına değil aksine ortaçağ insanına yapılacak türden bir uyarıdır. Çünkü sınırları zorlamamaları, hadlerini bilmelerini istemektedir. Koro Şöyle der:

“Faustus gitti; cehenneme düşüşüne dikkatle bakın.

Akıllı kişiler onun kaderinden ders alsınlar da

Yasak şeylere hayranlık duymasınlar.

Onların parlak ileri görüşleri zeki insanlatı baştan çıkarır,

Tanrısal gücün daha fazlasını denemeye kalkarlar.” (Dr. Faustus Sf. 70)

Sonuç

Dr. Faustus, Elizabeth Dönemi Tiyatrosunun önemli eserlerinden biri olarak kabul edilse de aslında Ortaçağ ile Rönesans arasında bir sıkışmışlık göstermektedir. Dr. Faustus bilgiye açtır, bireysel özgürlüğüne vurgu yapar, daha fazla bilgiye ulaşmak için büyü sanatına yönelir hatta Kilisenin başı Papa ile dalga geçer, kardinallerin yüzüne tokat atar. Kısacası Ortaçağ döneminden intikam alır. Ancak aynı Dr. Faustus, şeytan ile yaptığı anlaşmanın sonuna gelince bir korkuya bürünür ve tanrıya sığınmak ister, yaptıklarından pişmanlık duyar, tövbe etmeye dair düşünceler barındırır.

KAYNAKÇA

Aziz ÇALIŞLAR, “Tiyatro Ansiklopedisi”, T.C Kültür Bakanlığı, 1995

Oscar G. Brockett, Franklin J. Hildy. “Tiyatro Tarihi”.  Mitos-Boyut Yayınları. İstanbul 2016.

Sevda ŞENER, “Dünden Bugüne Tiyatro Düşüncesi”, Dost Kitabevi Yayınları, 2012.

Özdemir NUTKU, “Dram Sanatı”, Kabalcı Yayınevi, 2001.

Christopher MARLOW, “Dr. Faustus”, Mitos-Boyut Yayınları.


[1] Aziz ÇALIŞLAR, “Tiyatro Ansiklopedisi”, T.C Kültür Bakanlığı, 1995 Sf. 412

[2] Oscar G. Brockett, Franklin J. Hildy. “Tiyatro Tarihi”.  Mitos-Boyut Yayınları. İstanbul 2016. Sf 157

[3] Sevda ŞENER, “Dünden Bugüne Tiyatro Düşüncesi”, Dost Kitabevi Yayınları, 2012. Sf 75

[4] Özdemir NUTKU, “Dram Sanatı”, Kabalcı Yayınevi, 2001. Sf. 54